Elimde bir kitap var, soluksuz okuduğum. Kitabın adı: Köy Enstitülü Avşar Kızı… Yazarı: Bahar Dadaloğlu… Okurken içimizi titreten bir kitap… Öksüz ve yetim bir kızın yokluk, yoksulluk içinde okuma savaşımı anlatılmakta kitapta. Yazar, kendi yaşamını anlatmakta. Bu nedenle güzel bir anı kitabı yansız ve nesnel... Kitaptaki her bölüm, öykü tadında…
Kitabı okurken babamın okuma savaşımını düşündüm her yaprağı çevirişimde. Ancak Sayın Dadaloğlu’nun işi, babamınkinden bin kat daha zor. Çünkü o bir kız çocuğu Anadolu’nun bozkırında… Çocukluğumda köyümüzde ve çevre köylerde geleneklere, katı toplumsal kurallara, aktöresiz dedikodulara, saptırılan dinsel yargılara, feodal baskılara karşı direnerek okuma savaşımı veren kızları anımsadım her satırda. Bu kızlar, çoğu zaman çaresizdi. Onların gözyaşlarından başka silahları yoktu neredeyse. Belki de bundandır ülkemiz topraklarında bin bir türlü çiçeğin yetişmesi. Kızların akıttığı gözyaşlarıyla sulanan topraklarımızda dünyanın en güzel çiçekleri açmakta dört mevsim.
Küçük Bahar, doğuştan şansızdır. Çelimsiz, zayıf, biraz da güçsüz doğmuş. Akranlarına göre beden yapısı daha küçükmüş. Bu küçük bedene sığmayan kocaman bir yüreği var Bahar’ın. İki üç yaşlarında yetim kalıyor. Beşikte bir de kız kardeşi var kendisinden küçük. Annesi, dul kalınca gelenekler gereği olarak kendisinden küçük kaynıyla evlendirilecekti. Bunu istemeyen anne, köylerinden başka biriyle evlenince öksüzlük de yakasına yapışıyor Bahar’la beşikteki Şemsi’nin. Anneleriyle konuşup görüşmeleri yasak! Bu nedenle hem annesizlik hem de babasızlık kolunu kanadını kırıp buduyor. Kanatsız kuş gibi uçmaya çalışıyor çalı çırpının içinde toz toprağa bulanarak.
Bir gün köylerinde üç sınıflı bir okul açılır. Bir eğitmen çocuklara, okul çağı geçmiş kadınlara ve erkeklere okuma yazma öğretmekte. Okulun açılmasıyla Baharın yüreğine güneş doğuyor, bahar yelleri dolduruyor ciğerlerini.
Mevsim güz… Harman kaldırılmış. Sap saman çekilmiş. Un ve bulgur yapmaya gelmiş sıra… Küçük büyük tüm aile üyeleri işbaşında. Derenin kıyısında buğdaylar, dere suyunda yıkanıp çer çöpten arındırılmakta. Burada sözü Bahar Daloğlu’na verelim:
“Tam işe dalmışım, camiden çan sesi duyuldu. Çocukları okula çağırıyor. Cami bize yakın, bir odasında da okul var. İşi gücü bıraktım, yerimde duramıyorum. ‘Ebe çan çaldı. Okul açılmış. Ben gidiyorum.’ dedim. Ebem zaten daha köyde okul yokken beni okutmayı düşünüyordu. Benim sabırsızlığı görünce de, “Hadi git!” dedi. Hiç ikiletmedim, elim kolum yaş hemen okula koştum. Bizim kapılarımızda kapı kolu yoktur. Yitince açılır. Kapıyı ayağımla açtım, bir çalımla içeri girdim. Eğitmenimiz bizim köylü Ahmet Şimşek. ‘Bahar’ım, niçin geldin kızım?’ dedi. ‘Okumak için geldim eğirtmenim!’ dedim. ‘Ama kızım, sen çok küçüksün, okuyamazsın. Şimdi git, sonra gel!’ dedi, bana kapıyı gösterdi. Nasıl bir feryatla, ağıtla oradan çıktım, ebeme koştum bilmiyorum. Hıçkırarak ağlıyorum. Ebem eli kolu çemrek sudan çıktı. ‘Ne oldu yavrum? Yılan mı soktu, birisi mi döğdü? Neden ağlıyorsun?’ dedi. ‘Eğirtmen beni okula alamadı, çok küçükmüşüm, okuyamazmışım…’ dedim. Hıçkırıklar arasında.
Ebem beni bileğimden yakaladı, sürüklüyor. Bir yandan okula doğru koşarcasına yürüyor, bir yandan da sövüp sayıyor. Bizim Avşar’ın sövgüsü meşhurdur. Sevdiğine de söver, kızdığına da… Ebem de saydırıyor: ‘Bilmem ne ettiğimin çocuğu! Seni babasının sakalına ne ettiğim seni! Benim öksüzümü nasıl okula almazsın. Ben sana gösteririm gününü!’ Okula vardık. Ebem tekmeyi vurup kapıyı açtı. Yolda dediklerini eğitmenin yüzüne de tekrarladı. ‘Eğirtmen, eğirtmen! Senin babayın sakalına bilmem ne ederim. Herkes sığdı da benim öksüzüm mü sığmadı bu okula?’ deyince, eğitmen ne yapsın? Mecbur alttan aldı: ‘Kamer Ana, Bahar çok küçük, okuyamaz dedim, onun için gönderdim!’ dedi. Ebem de, ‘Okursa okur, okuyamazsa tutar kolundan atarsın!’ dedi. Bana da arka sıradan boş yerde yer gösterdi. ‘Git kız, şu boş sıraya otur!’ dedi. Eğitmenin bir daha ağzını açmasına fırsat vermeden, yalınayak, üstü başı ıslak, hışımla çıkıp gitti. (Bahar Daloğlu, Köy Enstitülü Avşar Kızı, Berfin Yayınları, Birinci Baskı, Şubat 2016, sf. 61-62)” Avşar Kızı Bahar’ın Pazarören Köy Enstitüsüne ulaşacak yolu, işte Kamer Ana’nın bu yürekliliğiyle açılmakta. Okuma yazma bilmeyen, yaşamın öğretisiyle bilgeleşen bir Anadolu kadının sesi, simgesidir Kamer Ana; tıpkı Fakir Baykurt’ın Irazca’sı gibi.
Günümüzde köylü olmak, kimilerince küçümsenmekte. Köylülerin bilgisizliği, çarşaf çarşaf anlatılmakta büyük bir kibir ve kendini beğenmişlikle. Kamer Anaları bilmeyen birilerinin ülkemiz köylülerinin nice bilgeleri bağrında sakladığını nereden bilecek? Kendi kültürüne yabancılaşmış, emperyalizmin sokma aklıyla davrananların bahçe ve tarlalarda üreten, kalp gözüyle gören, binlerce yıllık deneyimleri imbikten geçirerek düşünmesini anlaması olanaklı mı?
Atatürk: “Köylü, milletin efendisidir.” demekte. Emperyalizmi yurdumuzdan kovan şanlı ordumuzun askerleri değil miydi o köylüler? Köklerimiz, Anadolu ve Trakya köylerinde toprağımızı kucaklamadı mı? O kucaklayış ki toprağımızı her türlü dış etkiden korudu.
Köy Enstitülü Avşar Kızı okunmalı. Yalnızca okumak da olmaz, onu çevremizdeki herkese okutmalıyız. Bir cumhuriyet savaşımının destanıdır bu kitap. Durup dururken bu topraklara Anadolu dememiş atalarımız. Kamer, Irazca gibi nice anaların yurdu. Onların dişleriyle tırnaklarıyla kök saldıkları bir kutsal toprak.
Köy enstitülerini, ABD ile 27 Aralık 1949’da imzalan eğitim anlaşmasına feda eden siyasetçilere ne denli kızsak hakkımız. ABD propagandalarına kanarak bu okullara kara çalmaya çalışan hangi siyasal çizgiden olursa olsun kişilerin ülkemize verdikleri zararın büyüklüğünü, Avşar kızlarını tanıdıkça daha iyi anlamaktayız.
Ülkemizin kurtuluşu, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkması misyoner okullarıyla değil; özbeöz kendi yaratımız olan köy enstitüsü benzeri okullarla olacak. Çocuklarımızı ulusal eğitimin köklü bilgileriyle donatıp arınmış sularıyla beslemektir devletimizin görevi.