Yazılarımı yakından izleyenler ve beni yeterince tanıyanlar önemsediğim ve aşırı özen gösterdiğim birkaç ilkemi bilirler diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi popülist olmayıp, köktenci -radikal- çözümleri her koşulda savunuyor oluşum. Kaynak ve belgeye dayalı konuşmaya ve yazmaya çalışmam. - “Sende haklısın, sende” yerine, haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı, akıl ve bilim ölçütlerine göre ayırt etmek ve dillendirmek. Bir diğer özenim, yeterli olmadığımı düşündüğüm ya da emin olmadığım konu ve durumlarda yorum yapmayıp, yargıda bulunmamak. “Söz olsun torba dolsun” diye söze girmemek.
Bu girişten sonra sözü günümüzde çok yaygınlaşan “her şeyi bilme” -nasıl oluyorsa- alışkanlığına/hastalığına, “bilgiçlik “ine sözü getirmek isterim. Özellikle dost meclislerinde kendini öne çıkarma/gösterme kaygısı hızla artmakta. Buna çoğunlukla “ego tatmini” deyip geçiyoruz. Değişik disiplinlerde, bilimsel ve de akademik konularda, sanat da kültür ve eğitimde, yönetim bilimlerinde ve biçimlerinde, neredeyse yaşamın tüm alanlarında yetkin ve eksiksiz olmak, kusursuz olmak!
Sosyal medyanın, yazılı, görsel basının müdavimlerini bir yana bırakalım diyeceğim, diyemiyorum! Çünkü kolaya kaçıp sadece onlardan “beslenen” bir kesim. Kendi dukalığının dışına çıkamayan/çıkmayan oldukça rahat bir iç döngü yaşayanlar, “tivit” silahşorları ve “trolleri” de buna eklenince, eyvah ki ne eyvah! Çığ gibi büyüyen bu kitle giderek tehlikenin nesne ’si yerine özne’ si durumuna geliyor ya da getiriliyor! Buna üzülmek yetmez! Bu yargımın aşırı bir sav olduğunu biliyorum ve ısrarcıyım da. Bu “üzülen” kitlenin bir bölümü giderek köşesine çekilmekte, yaşamın doğal akışı içerisinde hareket yeteneği azalmakta ve bilinç aktarımından da uzak kalmakta. Bu doğanın yasası, buna yapılabilecek bir şey yok.
Benim eleştirim daha dinamik olabilecek, kendine ve kuşağına haksızlık etmemesi gerekenlere ilişkin bir sav. Onlar ki büyük çoğunluğu ellili, altmışlı yaşların üstünde, - haksızlık etmekten sakınırım – gençliğinde toplumsal savaşımın içinde canı pahasına yer almış, her türlü cefayı çekmiş, yılgınlığı bilmeyen koca yüreklilerdi. -Öte yandan yine bu dönemin acılarından nemalanmaya çalışanların da bugün ortalıkta gezindiğini belirtmek “hak” ve “haksızlık” adına bir zorunluluktur diye düşünüyorum.-
Daha çok “Bizim Mahalle” den söz ediyorum. Akıl ve bilimle işi olmayan, dogmaların içinde boğulan, birey olamayan, yurttaşlık kimliğine ve kişiliğine henüz erişemeyenleri bir yana bırakıyorum.
Toplumların dönüşümü doğa yasalarınca ve diyalektik gerçeklikle uyumlu biçimde olur. İnsanlığın sosyolojik evrimi kendi çabasıyla hızlanır ya da yavaşlar, durağanlaşır. Böyle bakınca insanlık ve toplumlar tarihi aynı zamanda devrimler tarihi diye değerlendirilebilir. Bunun dışında kimi ara dönemlerde -ki kısa ya da uzun sürebilir- olağanüstülükler yaşanır, tarihi geriye çevirme çabaları “başarı” kazanır. Bu “başarı” da kimlerin ne ölçüde dahli var diye düşünmek önemli olmalı.
Somutlarsam, ülkemizin çok yakındığımız, çok haklı olduğumuz ve de çok yaşamsal konularıdır bunlar. “Hayat memat”, “olmak ya da olmamak” sorunudur bu! Cumhuriyetin temel ilkelerinden, Atatürk ya da Türk Devrimi’nin olmazsa olmazlarından uzaklaşıp, devrim karşıtlarının yönetime ve devlet kadrolarına bütünüyle egemen olduğu, -deyim yadırganmasın ama- kendi yurdunda “parya” örneği yaşanırken, bütün bunların sorumlusu/suçlusu sadece Cumhuriyet Devrimi’nin büyük tokadını yiyenlerin torunlarında mı aranmalıdır? Ki onlar görevlerini yapmaktalar. Yine onlar 1920’lerde, 30’larda dedelerinin İngiliz, Fransız vb. her türlü emperyal güçlerin desteğine karşın başaramadıklarını, bugünün AB ve ABD/NATO emperyalistleriyle başarıp taçlandırmak istemekte.
Bugün bu “güruh” gemi azıya almış giderken “demokrasi” ve “özgürlük” oyuncağına sarılarak dolaylı destek verenler ya da kayıtsız kalanlara ne demeli? “Değişim”, “dönüşüm”, “çağa” ve “yeniliklere” açık olmak savıyla Cumhuriyetin Devrimci öngörüsünden uzaklaşıp Emperyalistlerin ve yerli temsilcileri etnik ve dinci, tarikatçı/cemaatçi gericilerin cephaneliğine silah taşımanın aymazlığına sessiz mi kalalım?
“Sarı Öküz” Atatürk’ten sonra korunamadı, bunu kabullenerek yola çıkılmalı! “Sürü” (1)nün diğer kahramanları 80 yıldır zindanlarla, sürgünlerle ve tek tek ya da toplu kıyımlarla yok edilirken yeterli tepki verilemedi! Atatürk’ün Büyük Söylevi ve Bursa Konuşmasındaki görev tanımlaması anımsanmadı! Yoksa Atatürk’ün Dönemi’ne olumsuzluklar yükleyerek kimse bir yere varamaz, bilinsin!
(1) “Sürü”-bu yazıda-: Cumhuriyetin Devrimci ve Yurtsever öncüleri anlamında kullanılmış; sıradan olmayan.