Ülkemizde üretim yetersizliği ve tüketim eşitsizliği, ekonomik çıkmaz, bir dizi sosyal sorun, insanımızı midesini düşünmekten öteye götürememekte. Geçim sıkıntısı, yokluk, yoksulluk, yaşama tutunabilme kaygısı, insan olmanın/olabilmenin öteki gereksinimlerini öncelikler sıralamasından ne yazık ki çıkardı. Aileler kıvranmakta, emekliler ve geçkin kuşak çocuk ve torunları karşısında “eziklik”, “mahcubiyet” yaşamakta. Bu durumda sormak/sorgulamak durumundayız: “Beslenme” sadece fizyolojik bir gereksinim mi?
Kültürel ve sanatsal edinimler, üretilen/yaratılan güzellikler ve bunların paylaşımı, ortaklaşmanın verdiği “güç” ve “kucaklaşma”, yeterlilik duygusu/hazzı ve daha birçok insanı tümleyen/bütünleyen yaşam bileşenleri, aynı zamanda beslenme kaynağı ve gereksinimi değil mi? “Kemale ermiş insan” sadece mide beslenmesiyle oluşabilir mi? Uzatılabilecek benzer sorular aslında durum saptaması için, “tanı” -teşhis- için gerekli diye düşünüyorum. Halk arasında yılların deneyimi ile oluşan şu sözleri anımsatmakta yarar var; “Bu malzeme ile bu kadar…” “Bu kumaştan bu elbise ancak…”
Niteliğin değer yitimi neredeyse kanıksanmak üzere. Yaygınlaşan haksızlık, eşitsizlik, keyfiyet, mafyatik gelenek, kültürel/ahlaki çürümüşlük, ülkeye egemenlerce ve yönetenlerce tehlikeli sayılmıyor sanki. İlgili “Prof.” ün dediği “bizi en iyi, okumayanlar ve cahil kalanlar anlıyor” anlayışı politik arenanın, siyasetçinin sıkça başvurduğu bir ölçüt olmakta. İnsan beyni ve yüreğiyle alay edercesine oynanan bu sığlık siyaset kültürüne iyice yerleşti. Akademi ve bilim dünyası sarsılmakta, giderek beslenme yetersizliği ile karşı karşıya kalmakta. Böylece bilimsel üretim amaç olmaktan çıkarak diplomalı insanlar sayısını artıran nicel bir mekanizmaya dönüşmekte.
Toplumun diğer kesimlerinde olduğu gibi bu yaygın kitlenin de ekonomik sıkıntıları, işsizlik ve yaşam pahalılığı sosyal açlığını da gündeme getiriyor. Sinema-tiyatro, gezmek-eğlenmek, sanat-kitap… birer fantezi/lüks sayılır oldu. Kimilerinin “ruhsal beslenme” dediği oysa insan için olmazsa olmaz olan bu alanlar boş kalınca bir çeşit beslenme eksikliği giderek toplumu sarmaya, istendik olmayan bir toplumsal yapıya evrilmekte halkımız. -Çok istendik olmayan bir toplumsal yapı dedim de birilerinin giderek oluşturmak istediği, amaçladığı toplum örneği (ümmet, tebaa, kul…) bu olması sakın!
Eğitim dizgesinin planlayıcıları ve egemen siyasal yapılanma, sormayan, sorgulamayan, karşı çıkıp itiraz etmeyen/edemeyen, bilincine başvurmayan/başvuramayan, söyleneni kayıtsız kabul eden -biat eden-, bir çocuk/gençlik ve giderek sorgulamayan/sorgulayamayan bir toplum, bir tebaa, bir ümmet/cemaat kalabalığı/yığını istenmekte ve biçimlenmekte!
MEB’e karşı daha doğrusu bilimsel, laik, demokratik eğitime karşı seçenekler (Cemaat/Tarikat ve her türlü merdiven altı – merdiven üstü denilebilir artık-) devlet yöneticilerince desteklenmekte, MEB birçok yasal ve zorunlu görevini DİB’e devretmekte ya da birlikte kotarmakta. Eğitim kurumları, başta okullar ve yönetim birimleri imamlarca “donatılmakta”, din görevlileri okulları öğrenci ve öğretmeniyle çevrelemekte, dinci rüzgarla körpecik çocuk ve gençler, hurafenin ve dinci telkin ve baskıların kucağına itilmekte, adeta iğdiş edilmekte!
Öğretmenler ve akılcı bilimsel yöneticiler arkalarında devleti görememenin kırgınlık ve öfkesiyle bunaltılmakta yılgınlığa sürüklenmekte. Sürekli baskı ve yıldırma -sürgün, kıyım…- ile önü kesilmekte, sorumluluk bilincinden/davranışından uzak tutulan yığınlara dönüştürülmeye çalışılmakta. Eğitim emekçilerini küçümseyen tutum, onları sürekli “meşgul etme”, “ödevlendirme” anlayışı, üretme/yaratma güçlerini baltalamakta, kimlik ve kişiliklerine de darbe vurmaktadır. Ayrıca kültürel ve sanatsal etkinliklere katılma, çocuklara ve gençlere örnek olup onların da bu yönüyle beslemelerine engel olunmakta.
Yine öğrenci-öğretmen-aile üçlemesinin sıkça okul dışı alanlarda, kültürel/sanatsal/eğlence ortamında karşılaşmalarına önayak olunması gerekirken bundan giderek uzaklaşılması tehlikenin bir başka boyutunu göstermekte.
Bu bağlamda temel ve zorunlu eğitimin bugünkü durumdan kurtarılmasının yanında yetişkinlik yaşına (18) dek zorunlu ve parasız olması planlanmalı ve kısa zamanda uygulamaya konmalıdır! Bu zorunlu süreç, duyuşsal-bilişsel-fiziksel-ekinsel olgunluğu besleyip geliştireceği için sağlıklı düşünme, her yönüyle sağlıklı gelişme için de bir temel oluşturacaktır. Sonrasındaki olası üniversite ve her türlü örgün/yaygın eğitim ve kültür edinimleri de süreklilik göstermelidir. Bu devamlılığı sürdüremeyen kültürel yapılanma siyasal yapılanmaya da bulaşmakta dahası yetersizliğini dahi duyumsamayan bir “entel”, bir “yaban”, banallaşan ve sık gördüğümüz “nobranlık”, “maganda efeliği” yaygınlaşmakta, siyaset davranışını oluşturmakta. Yukarıdan aşağıya biçimlenen bu siyaset davranışı/dili/kültürü toplumsal yapıya ve özellikle gençlere örnek olmakta, geleceğimiz için çok daha büyük tehlikeleri içinde taşımakta olduğu bilinmelidir.
Yazımızın boyutları dahilinde son bir paragraf zorunlu oldu kanımca. Kültür/Sanat ve Siyaset alanına hızla müdahale eden, Nobranlığı içinde taşıyan, “Maganda Kültürü” nü besleyen vücut diliyle ağzı bozukluğu bütünleyip “meydan okuyan” yeni bir “çağdaş” insan tipi -profili- yerleştirmeye çalışan “üst akıl” toplumsal ufkumuzu karartmakta. Ancak bu “üst aklın” dönemsel olduğu, değişik dönemlerde etkin olduğu, kimi zaman efendilerinin gemileriyle kaçtıkları/lanetlendikleri unutulmamalı! Ağa babaları olan İngilizler, geçen yüzyıl nasıl inlerine çekildiyseler, bugünün “şahı” olduğunu sananlar da er ya da geç işbirlikçileriyle aynı çöplüklerine dönecekler. “Üst aklın” üstesinden gelmek bu ulusun ve halkın üstün gayretiyle sağlanacaktır! Aman daha geç kalmayalım!